Ankara’da kış kendini yavaştan gösteriyordu. Saat 10.30 ve sıcaklık dört derece. Gerçi gün içinde yaşanacak ısınmanın göstergesiydi bu. Zira sabahleyin Victor’u gezmeye çıkarttığımda hava sadece bir dereceydi. Uzun zaman önce olduğu ameliyatın etkisinden yeni kurtulmaya başlayan hayvan parkın çimen yamaçlarında deliler gibi koşturmuş, birikmiş enerjisini atmıştı.
Bugün dersim yoktu. Dolayısıyla karımın da gittiği seramik atölyesine ufak bir sürpriz ziyaretinde bulunabilir, sabah içemediğim kahveyi orada içebilirdim. Sohbet ve eski dostlar eşliğinde. Her şeyin yerinde güzel olduğuna inandım ben hep. Mesela çay deniz kenarında ya da hatta bir vapur güvertesinde içilse fena mı olurdu? Ya da rakı ayakların suya değmişken önünde iki üç parça mezeyle Gümüşlük’te. Arkadaşlığın, sohbetin, samimiyetin olduğu yer ise en uygunu olmuştur her zaman. İşte kahveye de böyle bir anlam yüklemiştim, en azından bugün için. Yoksa günde içtiğim belki on fincan kahve için ortam yaratma lüksüm yoktu.
Tunalı’yı dikine kesen sokaklardan birinin önünden geçerken bir kornayla irkildim. Araç sokağa hızla girdi ve yaklaşık otuz metre ileride acı bir frenle durdu. İçimden tabakhane kelimesini geçirirken araçtan inen iki tıfıl çocuk arka kapağı açtılar ve büyük tepsiler indirmeye başladılar. Biri tepsiyi çekiyor diğerinin eline tutuşturuyordu. İkinci seferden sonra kafenin içinden beyaz önlüklü onlardan daha ufarak bir oğlan daha çıktı. Transfer hızlanmıştı. Sokağa girdim ve dükkâna doğru ilerledim. Kruvasan tepsileri cam vitrindeki raflara yerleştiriliyordu. Dördüncü sıradan sonra tepsiler kasanın arkasındaki perdenin ardına taşınmaya başlandı. Kasadaki gözlüklü kadından sekiz kruvasan istedim. Hazırlanmasının biraz zaman alacağını söyleyip süre istedi. Aslında kastettiği şu telaşın bitmesini beklememdi. Sesimi çıkartmadım. Tekrar soğuk havaya çıktım. Bir sigara içebilirdim. Sigarayı yaktım ve kaldırımda aşağı yukarı yürümeye başladım. Yürürken de saatimdeki adım sayara bakıyordum. Oyun gibiydi. 4629, 4632, 4440…
Panelvan kapının önünden hızlıca ayrıldı. Sigaramı kafenin verandasındaki kül tablalarından birinde söndürdüm. İçeri girdim ve hazırlanmış olan paketimi aldım. Tadına bile bakmamıştım ama an itibarıyla beklentimi karşılamamıştı. Kese kağıtlarından kokuları taşmıyor, dumanı elimi yakmıyordu. Ama bunlar zaten hep abartı değil miydi?
Sokaktan aşağı yürümeye başladım. Tekrar Tunalı’ya çıkacak oradan da Tunus Caddesi vasıtasıyla atölyeye yollanacaktım. Adetleri kontrol için indirdiğim gözlerimi kaldırdığımda gördüm onu. Gözlerinde fark ettim gelecek olan talebi. İçimi doğrudan bir ön yargı ve hayır deme dürtüsü sardı. Benden birkaç metre ötedeydi ve belki iki saniye içinde sesini duydum.
‘’Abi, bir şey sorabilir miyim?’’
İçimde kesin ret cevabı verme kararıyla kafamı çevirdim. Gözünün içine baktım. Bilerek üst perdeden konuştum. ‘’Söyle, kardeşim.’’
O cevap verene kadar hızla süzdüm çocuğu. Oğlumla, Sarp’la aynı yaştalardı. Uzun saçları dalgalıydı. Suratında tüy yoktu. Hafiften bıyıkları çıkmıştı. Sarp’a benzettim. Farkları benim oğlumun koyu renk, düz saçlı olmasıydı. Üstünde siyah renk kapüşonlu bir kazak ve yine siyah bir eşofman altı vardı. Sırtında sarı bir çanta, ayağında ise basketbol ayakkabıları.
Yüzüne odakladım gözlerimi. Konuşmadan önce âdem elması belirginleşti ve tekrar kayboldu, yutkunmuştu. ‘’Abi, kahvaltı edeceğim. On lira veya yirmi liran var mı?’’ Suratına baktım ve net bir süresi olmayan bekleme ve cevap verme hakkımı sonuna kadar kullandım. Bir nokta vardır bu tip karşılaşmalarda ya hemen hayır veya evet dersiniz, ya da hiçbir şey söylemeden uzaklaşırsınız. Benim süreyi kullanmam artık karşılıklı etkileşimin olacağına işaretti. Aklıma gelen ilk soruyu sordum.
‘’Okula gitmiyor musun?’’
‘’Birazdan gideceğim, Abi.’’ Sesi titrek gelmişti kulağıma. Kolları göğsünün altında duruyor, iki elinin parmakları birbirine dokunuyordu. Rahatsız olduğunu fark ettim.
Elimi cebime götürürken üstündeki kazağa kaydı yine aklım. Sabahleyin Sarp’la kavgasını yapmıştık. O da evden benzer bir kazakla çıkmıştı. Üşüyeceğini söylediğimizde bize ‘’Bana bir şey olmaz. Dert etmeyin,’’ demişti.
On beş yaşın verdiği özgüven, patavatsızlık, rahat bırakılma talebi, rehavet, kanın damarlarda deli akışı. Hepsi vardı o cümlede. Bu çocukta giymemişti üstüne mont falan. Demek hepsi böyle diye düşündüm. Tarifi kolay olmayan bir şey geçti içimden. Midemden yukarı doğru. Yumru yumru ilerliyordu. Boğazımda takıldı.
Elimi bozuk paraları koyduğum cebime götürdüm. Hem on lira hem yirmi lira vardı. Ben parayı çıkartırken gözünü başka yöne çevirdi belli belirsiz. O pos cihazı uzatan tezgahtarların yaptığı gibi bariz değildi bu hareketi ama görmek istemediğini hissetmiştim. Yirmi lirayı uzattım. Teşekkür ederek aldı parayı. Ellerinin titrediğini gördüm. Ve tırnaklarını yiyordu, Sarp gibi.
Her işgüzar olgunun yapacağı şeyi yaptım. ‘’Sigara falan almayacaksın, değil mi?’’
Hızla yüzüme baktı. Beyaz yüzü hafif kızarmıştı. ‘’Yok abi, bilmem ki ben sigara içmeyi.’’
‘’Kullanmıyorum.’’ Veya ‘’Yok abi, valla almam,’’ dememişti. Sigara içmeyi bilmediğini söylemişti. Masumdu sanki bu cevap. Daha az kullanılmış olduğundan olabilirdi belki.
Konuşmamız bu şekilde noktalandı. Tekrar yola döndüm. Attığım ilk adımla birlikte darbeler almaya başladım. Zihnime, ruhuma, vicdanıma. O parayla ilk olarak gidip sigara almasını istedim. Veya benim yanımdan ayrılır ayrılmaz bir profesyonel gibi bir başka ava uzanıp onu söğüşlemesini diledim. Ama dönüp bakamadım ne yaptığına. Bu benim niyetim, onunki de ona kalsın diye düşündüm.
Biraz daha yürüdüm. Elimdeki kruvasan torbası ağır gelmeye başladı. Torbaları tutan elimin yumruk olduğunu o an fark ettim. Neden bir tane çocuğa vermedim ki diye hayıflandım. Sonra vazgeçtim. İçimdeki o yumruk böğrüme darbeler indirmeye devam ediyordu. Karın boşluğumda kocaman bir taş. Ağır. Daha küçükleri damarlarında geziyor. Bileklerimde görüyorum, birikerek büyüyorlar. Göğsüm sıkışıyor. Bacaklarım ağırlaştı. Kafamda bere vardı ama kulaklarımın üşüdüğünü hissettim. Sahi bu çocuklar nasıl üşümüyordu, yoksa üşüyorlar mıydı? Evet üşüyordu herhalde. Elleri titremişti parayı alırken.
Hemen önünden geçtiğim daha yeni açılmakta olan kafenin masalarından birine çöktüm. Masaları dizip üstündeki tozu alan garson yanıma yanaştı. ‘’Abi, henüz açmadık.’’ dedi.
‘’Biliyorum.’’
Kısa bir karasızlık sonrası ‘’Ben kendimize demlediğimiz çaydan getireyim sana, abi,’’ dedi ve uzaklaştı.
Bir sigara yaktım. Arkama yaslandım. Kruvasan torbasını hala sıkı sıkıya tutuyordum. İçim daralıyordu. Kalp krizi geçirmiyordum bunu biliyordum belki de umut ediyordum. Kulaklarım hala üşüyordu. Çocuk çayı getirdi yanında da bir tane kül tablası. Sonra benimle ilgilenmeyi bıraktı. Ufak plastik leğenin içinden çıkarttığı nemli bezle masaları silmeye devam etti.
Bir sigara yaktım. Ama ağzıma götürmedim. Neden sonra aklıma geldi içmek. Uzun zamandır tiryakisi olmama rağmen çok acı gelmişti meret. Söndürdüm. Taze çay iyi gelecekti. Sarp’ı aramak istedim. Ama dersteydi bu saatte. Aramadım.
Çocuğun bakışı gözümün önüne geliyordu. İlk talep anındaki bakışı. Sonrasında göz göze gelmemişti benimle. Belki utancından belki korkusundan belki istemediğinden. Nasıl bir dünyayı yaşadığımızı düşünmeye başladım. Belki uzun zamandır sokak röportajlarında gördüğüm çocuklardan biriydi az önce yanımda olan. Hani dayı diye tabir edilen yalakaların telefonlarıyla sınamaya çalıştıkları çocuklardan.
‘’Göster bakayım, telefonunu. Bak! Bir de şikâyet ediyor, nankör hain.’’
O çocukların birçoğu belki nankörlük edebilecekleri bir şeye sahip değillerdi. Ve belki onlar için ihanet ve hıyanet o dayı ile aynı anlama gelmiyordu. Aklım yine Sarp’a kaydı. Aslan parçama, paşama. Isındı içim. Sonra yine ürperdim. O ister miydi acaba tanımadığı birinden para? Abi param yok, yirmi lira ver der miydi? Demezdi. Ama ben içten içe biliyordum yokluğu. Ben de yaşamıştım zamanında. Sınırlı olan parayı dolmuşa vermemeyi, kantinde kullanmayı tercih ettiğim için her sabah akşam toplam dört kilometre yol yürümek zorunda kalmayı yaşamıştım ben de. O yokluk hissiyatı gelip tıkanınca bedenine, neler yapabileceğine şaşırırdı insan. Hep motive etmiştik kendimizi çocuğumuz için. Hiçbir şeye muhtaç olmayan, kendini ifade edebilen, öz saygısı ve güveni yüksek bir genç olması için. Ama ya aç kalırsa. Ya bir gün bizden isteyemeyeceğini düşündüğü ve hatta bildiği harçlığını başkasından istemek zorunda kalırsa, yapar mıydı bunu? Aç mı kalırdı? Ne kadar aç kalabilirdi? Bize sitem eder miydi? Bağırır mıydı bana bir harçlık veremiyorsunuz diye? Yoksa sineye çeker, sorusunu dahi sormaz kendini sokağa mı atardı okula gitmek için?
Güne yeni başlamıştım ama yorulmuştum. Sabah soğuk ama güneşli bir havada başladığım gün ağırlaşmıştı. İçimde bir yer yanıyordu. Niye bu kadar suçlu ve sorumlu hissettiğimi de tam anlamlandıramıyordum. Tek bir çocuk görmek mi beni bu kadar sarsmıştı. Hayır. O tek çocuğun cisminde yaptığım, yapamadığım, bir birey olarak katamadığım her değerin ağırlığı üstümdeydi.
Uzun zamandır takip ettiğim pek çok yazarın, düşünürün ve sosyoloğun söylediği ve aslında hafifçe günlük tempo dışına çıkıp resmi izlediğimde fark edebildiğim şeyler tek bir olayla poster olmuştu önümde. Bir tost için kaldırımdaki bir adamdan para isteyen o çocuk ne hayal kuracaktı? Doktor olmayı, mühendis olmayı, yazar olmayı, asker olmayı, dünyayı gezmeyi, balona binmeyi, dünya kupası finalini yerinde izlemeyi, olimpiyat açılışına gitmeyi mi. Yoksa bir gün başkasından para istemeden okula gidebilmeyi mi. Hangisini. Hepsi ellerinden alınmıştı. Bu ezici çark devrini en çok çocuklar ve gençler üzerinde arttırıyordu. Çünkü tehdit onlardı. Biz de bu çarkın belki asi ama mahkûm ufacık parçalarıydık. Açıkçası kimse masum değildi.
Kimse ilk taşı eline alamazdı. Çocuklarımızı elleri, ayakları bağlı, diri diri bir çukura gömüyorduk. Çıkan sesleri duyulmuyor, bakışları hiçliği görüyor, düşünceleri önemsenmiyor ve sadece umutsuzluk kokluyorlardı.
Biz böyle çocuklar değildik. Ben yorgancı olmak isterdim. Kar yağarken annemle pazara gidip gelirken önünden geçtiğimiz Yorgancı Remzi amcanın cam önü keyfi beni çok cezbederdi. Ağırlığının verdiği rahatlık ve güvenlik duygusunu bugün bile hatırlayabildiğim o yorganlara sarılı oturmak bütün gün. Ne kadar güzel bir işti.
Peki ne yapmıştık ta çocuklarımız hayal etmekten uzaklaşmıştı. Böyle büyük bir suç için kim tek başına sorumlu olabilirdi. Pek çok müdahil ancak bilinçli ve bilinçsiz bu büyük suçu işleyebilirdi.
Yerimden kalktım. Cebimden on lira çıkartıp çay bardağının altına koydum. Kaldırıma çıkıp yürümeye başladım. Seramik atölyesine vardığımda gülücük ve alkışlarla karşılandım. Eşim boynuma sardı kollarını ‘’hoş geldin, tatlım,’’ dedi.
Kesekağıtlarını aldı ve mutfağa geçti. İki üç dakika sonra sıcak kahvelerle birlikte herkes kruvasanlarını yiyordu. Sadece kahve içtim.
1 Yorum
Harika
Sizin bu metindeki anlatımınız beni derinden etkiledi. İçsel bir yolculuğa çıkarmışsınız gibi hissettim, kelimeler arasında dolaşarak. Çocuğun bakış açısından anlatılmış hikaye, duygusal bir yoğunluk taşıyor ve insanın içine işliyor.
Olaylar arasındaki detaylar ve gözlemler, metni gerçekçi kılıyor. Bir yandan çocuğun yaşadığı zorlukları hissederken, bir yandan da toplumsal sorunlara dair düşünmeye sevk ediliyorsunuz. Bu dengeyi sağlamak, sanırım yazma yeteneğinizin bir yansıması.
Metnin atmosferi canlı, betimlemeler etkileyici. Anlatımınızda, olayların ötesine geçip karakterlerin iç dünyasına odaklanmanız, okuyucuya daha derin bir bağ kurma imkanı tanıyor. İnsan psikolojisi üzerine düşünce kapasitenizi görmek de ayrıca etkileyici.
Son olarak, günlük bir olayı ele alarak insan doğasının ve toplumun karmaşıklığına dair düşündüren bu yazınız, düşündürücü ve katmanlı bir deneyim sunuyor. Teşekkür ederim bu etkileyici metin için, yazılarınızı ilgiyle takip etmeye devam edeceğim.