Kapı (I ve II)

Yayınlayan: admin
0 Yorum 360 Okunma

-I-

8 Ağustos 1986 

Günün ağırlığı, üzerime bir kâbus gibi çökmüştü. Her bir hücrem, geçen saatlerin yorgunluğunu taşıyor, her an daha fazla ağırlaşıyordu. Dışarı çıkıp bir yerlere gitmek istiyordum. Sınırsız bir özgürlük ve rahatlama arzusu içimde hızla büyüyordu. Nereye gideceğim, hangi yöne adım atacağım hiç önemli değildi. Sadece bir yerlere gitmeliydim. Adımlarımı sürükleyerek, belki de kendi içimdeki sesi dinleyerek, belirsizliğin rüzgarına kapılarak gitmeliydim.

Aslında, belki de bu kaçışın sebebi kendimden uzaklaşma isteğiydi. Günlük hayatın sıradanlığından, aynı döngüde tekrarlanan olaylardan, beklenmedik zorluklardan kaçmak istiyordum. Ama bir yandan da içimdeki ses, ‘insan kendinden kaçabilir mi ki?’ diye sorguluyordu. Kendimden kaçmak, kendi düşüncelerimden, duygularımdan, korkularımdan, beklentilerimden uzaklaşmak mümkün müydü?

Önümde duran tek engel evin kapısıydı. Kapının diğer tarafında olmak istiyordum. Çok fazla tereddütte kalmadan kendimi dışarı atmıştım. Ankara sisli bir örtüyle sarıp sarmalanmış, hava, belirsiz bir sis tabakasıyla kaplanmıştı. Yıldızlar solgun bir ışıkla gökyüzünde titrek bir şekilde parlıyor, karanlık bulutlar arasında ara sıra belirip kayboluyorlardı. Ay, sisin ardında belirsiz bir şekilde gizlenmişti, sadece siluetini seçebiliyordum. Gece, artık kendini tamamen göstermiş, etrafı gizemli bir karanlıkla sarmıştı. Aydınlığın son kırıntıları da kaybolmuş, gündüzün enerjisi geceye boyun eğmişti. Her şey, gecenin derin mor ve koyu mavi tonlarına bürünmüş, karanlık bir tablo çiziyordu.

Sokak lambaları, bu karanlıkta adeta birer kılavuz gibi çalışıyor, çevresine sarı bir huzme saçıyordu. Bu huzmeler, kaldırımların üzerine düşüyor, gölgelerle birlikte karmaşık bir oyun sergiliyordu. Işığın ve gölgenin bu dansı, sokakları hem daha aydınlık hem de daha gizemli hale getiriyordu. Binaların siluetleri, koyu mavili gökyüzüne karşı daha da belirginleşiyordu. Yüksek yapılardan inen gölgeler, adeta devlerin sakin şehir üzerinde gezindiğini hatırlatıyor, gecenin gizemini daha da artırıyordu. Binaların çatılarında uyuklayan kediler, her zamanki gibi gecenin sessiz gözlemcileri olmuştu. Gözlerinde parıldayan ışık, gecenin sessizliğinde ara sıra görünen bir yıldız gibi parıldıyor, onların da bu büyülü atmosferin bir parçası olduğunu hatırlatıyordu.

Bu karanlıkta, her adımda yeni bir siluet, yeni bir gölge beliriyordu. Ve ben, bu karmaşık tablonun içinde, adım adım ilerlerken, sanki kendimi bir hikâyenin içinde buluyordum. İlerledikçe, gecenin gizemli atmosferi daha da derinleşiyor, etrafımda bir sinema perdesi gibi açılan bu sahneler beni kendine çekiyordu.

Yüksel Caddesi’nden ilerledikçe, solgun ışıkların aydınlattığı binaların görüntüsü değişiyordu. Yüksek ve sert hatlara sahip olan yapılar, sisin etkisiyle daha da belirsizleşiyor, hafif bir gizemle sarınıyordu. Caddenin uzaklarında, belki de birçok hikâye barındıran sokakların başlangıcı belirsizleşiyordu. Gözlerime sadece sisin hüküm sürdüğü bir sonsuzluk görüntüsü çarpıyordu.

Kendimi, bilinmezliğin puslu sınırlarına doğru bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyordum. Bu, belirsiz bir hedefi olan, fakat yolunu henüz keşfetmekte olan bir gezginin rüzgarına kapılmışlık hali gibiydi. Adımlarım, rastgele ve düşünmeden atılıyordu. Ancak her biri, sanki içimde bir yerlerde hapsedilmiş bir enerjiyi serbest bırakma çabası gibiydi.

Bu adımlar, içimdeki çığlık atan ruhun sesi gibi yerleri titreterek ilerliyordu. Bu sadece bir yürüyüş değil, aynı zamanda benliğime yapılan bir keşif yolculuğuydu. Her adım, beni ben yapan şeylere doğru ilerletirken, aynı zamanda içimde bir yerlerde hapsedilmiş olan duyguları, düşünceleri, arzuları da serbest bırakıyordu.

Belki de çevremdeki dünyayla ilişki kurmanın, onu daha derinlemesine anlamanın benim için tek yolu buydu. Sadece kendi içimdeki kaostan, karmaşadan ve hayatın bana sunduğu zorluklardan kaçmak istediğim için böyle bir harekete geçmiş de olabilirdim. Ama ne olursa olsun, içimde sıkışıp kalan, kalbimin derinliklerine gömülmüş olan bir hissi dindirebilecek, onu serbest bırakabilecek bir şeyler arıyordum.

Her adımım, her nefes alışım, her düşüncem bu arayışın bir parçasıydı. Şehrin sokaklarında, gece yürüyüşlerinde, belirsizliğin içinde kendime yeni bir yol çizmeye çalışıyor, yeni bir umut, yeni bir başlangıç arıyordum.

Yüksel Caddesi’nin gri kaldırım taşlarına ayaklarımı bastığım her seferinde, altımda hafif bir çıtırtı hissediyordum. Kulağıma çalınan bu sesler, hayatın monoton ritmini kesintiye uğratıyor, beni adeta bir anlığına gerçekliğe döndürüyordu. Her bir adımım, o gri taşların üzerinde yeni bir melodinin notasını çiziyordu. Bu çıtırtılar, monoton bir şehir yaşamının içinde bir çeşit melodik rahatlama sağlıyordu. İçimdeki kaosu, karmaşayı dışa vuran bu sesler, bir nevi ruhumun tercümanı olmuştu.

Sokak neredeyse tamamen sessizdi, boştu. Gece yarıları, insanlar genellikle farklı düşlerin peşine düşer ya da huzur bulmak için sessizliği tercih ederler. Sokaklarda yürüyen benden başka birkaç kişi daha vardı. Belki de çoğunluğun peşinden gitmek yerine, kendi düşlerimi yaratmayı tercih ettiğim için oradaydım. Kim bilir belki de sokakların sessizliği, içimdeki huzursuzluğu anlamamı ve kalbimdeki çığlıkları daha iyi duymamı sağlıyordu.

Her ne kadar sıradanlıkla kaplı bir dünyada yaşasak da bir şekilde farklı bir atmosferin içinde kendime yeni bir soluk bulmayı umuyordum. Öylesine, amaçsızca yürüyen adımlarımın içinde, belki de bir umut saklıydı. Sıradanlıktan uzaklaşmak, kendi dünyamı yaratmak ve orada huzur bulmak… İşte benim sessiz gece yürüyüşlerimin asıl amacı bu olmuştu. Kendi içimde bir yolculuğa çıkmak ve orada, kendi kendime huzur bulabilmek.

Kafelerin camlarından yayılan kahve kokusu, çevremde adeta bir sihirli çember oluşturuyordu. Bu hafif ve tatlı koku, gece rüzgarıyla karışarak burnuma ulaşıyor, duyularımı birer birer uyarıyordu. Güçlü ve sıcak bu koku, sanki anılarımı canlandırıyor ve içimde bir yerlerde unuttuğum duyguları harekete geçiriyordu. Her bir nefesimle birlikte, bu esrarengiz kokuyu içime çekiyordum. Üzerimde bir melankoli hali oluşturan bu kahve kokusu, aynı zamanda içimde bir rahatlama hissi yaratıyordu.

Camların arkasında, renkli ışıklar altında samimi sohbetler eden insanlar vardı. Her biri, birbirinden farklı hayatların sahipleri, birbirinden farklı hikâyelerin kahramanlarıydı. Bu kafelerin camları, birer yaşam pencereleriydi aslında. Her bir masada, günlük hayatın stresinden bir anlık kaçışlar, arkadaşlarla paylaşılan kahkahalar, hüzünlü bakışlarla çizilen hikâyeler yazılıyordu. Bu hikâyeler, caddenin üzerinde bir renk cümbüşü oluşturuyor, her birinin ayrı tonlarıyla kaldırım taşlarına farklı bir atmosfer katıyordu.

Kahve ve çayların üzerinden yükselen buharlar, havada sanki birer dans figürü çiziyorlardı. Masal kitaplarında anlatılan sihirli dumanlar gibi, bu buharlar da çevreyi saran bir büyü oluşturuyor, etrafı eşsiz bir atmosfere bürüyordu. Hafif ışığın altında parıldayan bu buharlar, gece atmosferine etkileyici bir dokunuşta bulunuyor, tüm bu hikâyeleri daha da gizemli ve çekici kılıyordu. Bu sıcak ve hoş atmosfer, belki de yürüyüşümün temposunu belirleyen ve içimdeki huzursuzluğa bir nebze de olsa son veren bir duraktı.

Kendimi, bir romanın sayfaları arasında ilerleyen, etrafına bakınıp yeni şeyler keşfeden bir karakter gibi hissediyordum. Ne zaman bir adım atsam, sanki bir sayfa çevrilip, bir sonraki hikâye başlıyordu.

Her bir adım, kafelerin vitrinindeki renkli yaşamlara doğru yeni bir seyahate çıkma duygusu veriyordu. O an, her şey daha canlı, daha anlamlı ve daha özel görünüyordu. Adeta, kendi romanımın yazarı olmuştum ve her adımda yeni bir sahne, yeni bir hikâye kaleme alıyordum. Hikâyemin kahramanı; çevresini keşfeden, anlam arayan ve her adımda kendini yeniden tanımlayan biri olmuştu.

Gün boyunca üzerimde biriken yorgunluk, tüm hücrelerime işlemiş, bedenimi ağırlaştırmıştı. Bu ağırlık, her bir kasımda hissedilir bir sızı olarak beliriyor, beni daha da yavaşlatıyordu. Ancak, bu yorgunlukla beraber ilerlemek, adeta bir çeşit direniş gibiydi. Her bir adım, yorgunluğu biraz daha geride bırakıyordu.

Yürümeye amaçsızca devam ettim. Sanki, önümdeki yol, yorgunluğumu alıp götürecek bir rahatlama vaat ediyordu. Her bir adımım, bir sonrakine olan inancımı daha da pekiştiriyor, yorgunluğa karşı bir tür isyan, bir özgürlük arayışı gibi, bana ilerlemem gerektiğini hatırlatıyordu.

Yüksel Caddesi’nden ayrılmıştım. Arkada bıraktığım sokakların hafif vızıltısı geride kalırken, Kızılay’ın karmaşası, bana doğru genişliyordu. Bir yandan Ulus yönüne, öte yandan bilinmeze doğru yürüyordum. Nereye gideceğimi bilmeden, sadece ayaklarımın bana nerede durmam gerektiğini söylemesini bekliyordum. Adımlarımı belirleyen ne bir hedef ne de bir zaman kısıtlaması vardı. Sadece ben ve etrafımı saran gece…

Yorgunluk ve dalgınlığın beni sardığı, amaçsızca yürüdüğüm bir anda, yanımdaki konuşmadan bir cümle aniden dikkatimi çekmeyi başarmıştı!

-II-

–Ey Sokrates’i anlamaktan acizler!

Adımlarımı hemen o yöne çevirdim. Rüzgârın naif ıslığıyla ilerlediğim bu yolculukta, gözüme, belli belirsiz bir silüet ilişti.  Hızlı adımlarla sağa sola hareket ediyordu. Kendine özgü yürüyüş stili, dünyayla olan karmaşık ilişkisini anlatıyordu. Üzerindeki giysiler eski ve yıpranmış, ayakkabıları parçalanmış, evsiz, sokakta yaşayan biri gibi görünüyordu. Yaşamdan soğumuş ve içi öfkeyle dolmuştu. Bu öfke, onu hayatın zorluklarına karşı sertleştirmiş ve acımasızlaştırmış gibiydi. Öfkesi ve kızgınlığı, her hareketinde, her bakışında ve her kelimesinde belirgindi. Sanki hayata dair derin bir hayal kırıklığı yaşamış ve bunun sonucunda içinde bir öfke fırtınası oluşmuştu. İlerleyişinde sert ve kararlı, ama bir o kadar da yorgun gibiydi.

Yol boyunca, sağını solunu umursamadan, hızla geçen insanlar ve şaşkın bakışların arasında duruyordu. Kendine özgü bir öfke ve kızgınlıkla dolup taşıyor, halkın hızlı ve düzensiz akışına karşı durarak, herkese yetecek kadar sözü olan biri gibi, sağa sola laf yetiştirmeye çalışıyordu. Öfke dolu sözleri ağzından çıkarken, hem kendisine hem de çevresindekine bir enerji yükü ekliyordu. Sözleri öylesine keskindi ki, sanki her biri, hayata karşı derin bir kızgınlığın ve dünyaya karşı büyük bir öfkenin ifadesiydi.

İnsanlar, onun sözlerinin hedefi olmaktan korkup, belki de bu yüzden uzak duruyorlardı. Onun öfkesi ve sözleri karşısında sessizce mırıldanan insanlar, belki de içlerinden gelen korkuyu veya belirsizliği dile getiriyordu. Gözlerinde beliren hafif bir ürkeklik, belki de aniden patlayabilecek bu öfkenin gölgesiydi. Hızla oradan uzaklaşmaya çalışan insanların hareketleri, bu kızgın adamın önünde sadece birer kaçış çabasıydı. Ancak, o insanlar arasında sadece ben, sakin bir biçimde durup bakıyordum.

Adamın her bir sözünü, her bir kızgın jestini ve her bir öfkeli bakışını merakla izlerken, düşüncelerimde o kaçışan insanların aksine, daha sabit ve huzurlu bir noktadaydım. Belki de onun yaşamından bir kesit görmek, hayat hikâyesinin bir parçasını anlamak, onun hayata olan öfkesini ve kızgınlığını hissetmek, beni orada tutuyordu. Sanki bu insanlar arasında, her bir sözün ve hareketin ağırlığını hissedebilen, onu anlamaya çalışan, bir bendim.

Bağırarak devam ediyordu konuşmasına:

“-Ey kendi bilgisizliklerinin derinliklerinde kaybolanlar! Sizler, kafalarınızın içinde yankılanan cehaletinizin esiri olmuşsunuz. Gerçeği değil, kendi karanlıklarınızı görüyorsunuz ve bu karanlıkta başkalarını da mahkûm etmek istiyorsunuz.

-Ey bilgiye kelepçe vuranlar, ey ideaları köreltenler! Gerçeklerin ışığından kaçıyorsunuz, çünkü karanlık sizin egemenliğinizi tehdit etmiyor. Bu egemenlik, korkularınıza dayalı, rahatsız edici bir sükûnet getiriyor size.  Ancak bu, bir varoluşun hakkaniyetini sağlamıyor.

-Ve ne yazık ki sizler, bu karanlığın efendileri! Kendi gölgelerinizin esiri olmuşsunuz. O gölgeler ki, bilgisizliklerin ve yanılgıların somutlaşmış haliyle, sizi hem sarıp sarmalıyor hem de sizi kendi kıskacına alıyor. Bir bilgelik sualinde bulunun. Acaba sizler, Sokrates’i zehirleyerek gerçekten bir son verdiğinizi mi düşünüyorsunuz?

-Yanılıyorsunuz! Çünkü Sokrates’in fikirleri, zamanın tozlu raflarına kaldırılmış kitaplarda ya da antik filozofların sözlerinde değil, aksine, her özgür düşünceyi, her sorgulayan ruhu, her cesur adımı atanı keşfedenlerde yaşıyor. Onun fikirlerinin tohumları, zehirlediğiniz bedeni aştı, düşüncenin sonsuz tarlalarına saçıldı ve her yerde yeşeriyor.

-Karanlığın efendileri! Sizler gerçekten galip geldiğinizi mi düşünüyorsunuz? Ne kadar yanılıyorsunuz! Zira, her özgür düşünce, her bilge soru, her açılan zihin, her keşfedilen gerçek, Sokrates’in sizlere karşı zaferini ilan ediyor. Bilin ki, ışığın zaferi kaçınılmazdır! Çünkü bilgelik ve özgürlük, karanlığı aşan iki evrenseldir.

-Perdelerini çekmeyin pencerelerinizin! Açık tutun bilginin kapılarını!”

O an, aklımdaki düşünceler hızla akıp gidiyor, birbirini kovalayan soru işaretleriyle dolu bir düşünce fırtınası oluşturuyordu.

Bu adamın hikâyesini gözlerimin önünde canlandırırken, büyük ihtimalle, hayatının hiçbir döneminde talihsizlikler peşini bırakmamış gibi görünüyordu. Her şey onun aleyhine işlemiş, birçok kez hayal kırıklığına uğramış olabilirdi. Kendisini anlamanın ötesinde, bu hikâyeyi hissetmek neredeyse imkânsız gibiydi. Toplumun dışlamış olabileceği biri olarak gözüküyordu. Belki de bir sürü acımasız zorlukla yüzleşmiş, ihmal edilmiş, hayatın oyununda zar atılırken hep kaybeden taraf olmuştu.  Öfkesi ve hayal kırıklığı, belki de hayatının bir dizi başarısızlık ve hayal kırıklığı olduğunu düşündüğünün işaretiydi. Sürekli bir mücadele içinde olmuş, hayatın acımasız yüzünü görmekten hiç kaçmamıştı.

Her bir kelimesi, yaşamın ona neler getirdiğini anlatıyordu. Sürekli talihsizlikler ve sürekli bir başarısızlık duygusu… Bu duygular, bir insanın ruhunu nasıl da yaralar ve izler bırakır… Kim bilir?

Belki de adam, hayatında bazı önemli fırsatların, bir kariyerin ya da bir aşkın kaçırıldığını hissediyordu. Bu da onun sürekli olarak dünyaya ve hayata karşı öfkeli olmasına yol açıyor da olabilirdi. Bu öfkenin ardında, kim bilir, derin bir pişmanlık, bir üzüntü ve bir kayıp duygusu vardı.

Adamın sözlerinden anlaşılan o ki, görünüşünün aksine o bilginin ve özgür düşüncenin önemini kavramış bir birey gibiydi. Kendisine sunulan eğitim fırsatlarından yoksun bırakılmış, bu da onun dünyaya ve topluma karşı derin bir öfke beslemesine neden olmuş olabilirdi. Bilgiye ve düşünceye olan bu tutkusu, belki de onu hayatın zorluklarına rağmen ayakta tutan tek şeydi. Ancak onun öfkesi ve kızgınlığı, sadece hayatın zorluklarına değil, aynı zamanda toplumun bilgisizlik ve cehaletine karşı da bir başkaldırı gibiydi.

Kafamda birçok düşünce uçuşurken, bir yandan da karşıma çıkan bu adamın, belirsiz bir yolda beni nasıl duraklattığını ve kafamda bu kadar çok soru oluşturduğunu düşünüyordum. Amaçsız bir yolculuğun ortasında, neden bu adamın sözleri ve hali bana bu kadar dokunmuştu?

Onun çaresiz haline baktığımda, sanki kendi geleceğimde bir yansıma mı görmüştüm? İçinde bulunduğum belirsiz yolculuk, beni de böyle bir sona mı götürecekti? İçimde bir yerlerde, bu adamın yaşamının, benim gelecekteki hayatıma bir pencere açtığını mı hissettim?

Bu tür düşüncelerin aklımdan geçmesi beni şaşırtıyordu. Nereden geliyor bu düşünceler? Neden bu adamın hayatı, bana kendi hayatımdan bir ders veriyor gibi görünüyor? Neden kendimi, onun hikâyesine bu kadar yakın hissediyorum?

Belki de bu adam, yaşamın acımasız yüzünü bana daha belirgin bir şekilde gösteriyor ve bu da benim kendi geleceğim hakkında daha çok düşünmeme neden oluyor. Bunun yanında, yaşamın karmaşıklığını ve belirsizliğini daha iyi anlamama yardımcı oluyor. Sonuçta, hayatın ne getireceğini kim bilebilir ki?

Adımlarımı ivmelendirerek kendimi Tuna Caddesi’nin girişinde buldum. O an, belirsiz bir şekilde, kendimi bir banka oturmuş, sakin bir nefes almış gibi hissetmek istedim. Ayaklarım, sanki bir kuklanın iplerini çeken bir kukla ustası tarafından kontrol ediliyormuş gibi, otomatik bir şekilde beni Tuna Caddesi’nden, hareketli ve karmaşık atmosferiyle tanınan Sakarya Caddesi’ne doğru yönlendiriyordu.

Her attığım kararlı adımda, biraz önce tanık olduğum adamın sesi, o kızgın sözleri, yavaş yavaş bir arka plan müziği haline geliyordu. Sözlerini rüzgâra bırakmıştı, ben de rüzgârın önüne kattığı o sesleri arkamda bırakıyordum. Ancak, bir yandan da Sakarya Caddesi’nin alkol ve anason kokusu, karmaşık bir şekilde harmanlanmış insan sesleri ve sokak müzisyenlerinin çaldığı melodiler, tüm duyularımı doldurmaya ve beni yeni bir dünyaya çekmeye başlıyordu.

O kadar belirgin ve yoğundu ki bu kokular ve sesler, bir an için kendimi bir labirentin içinde hissettim. Sanki bu caddenin taşları, üzerinde yürüyenlerin adımlarına, konuşmalarına, kahkahalarına ve hatta sessiz düşüncelerine tanıklık eden bir hikâye anlatıyordu. Ve bu hikâyenin içine, yavaş yavaş ben de dahil oluyordum.

Sakarya Caddesi’ne ayağımı bastığım ilk an, zamana ve mekâna karşı bir tür direnişin içine çekilmiş gibi hissettim. Tarihin üzerindeki tozu silkip atmış gibi duran eski binaların, sıcak ve eski dünyaya ait duvarları, sanki anılarını ve hikâyelerini fısıldayan gölgelerini, caddenin iki yanına yayıyordu.

Birbiri ardına sıralanan barlar, içeriden dışarıya taşan renkli ışıklarla caddenin karanlığını yarıyor, tıpkı bir ressamın tuvaline dokunuşları gibi geceye renk katıyorlardı. Müziğin, sigara dumanının ve alkolün eşliğinde, her bir barın önünde toplanan gruplar, gecenin loş atmosferini canlı renklerle boyuyordu.

Aydınlık ve gölgelerin karmaşık bir dansıyla Sakarya Caddesi, yaşam ve hareketle dolu bir yer haline gelmişti. Canlı müzik notaları, gitarın tellerinden, davulun ritminden çıkan her bir ses, sokakta yankılanıp caddenin iki yanını dolduruyordu. İnsanların kahkahaları ve sohbetleri ile harmanlanan müzik, havada asılı kalıyor ve gecenin melodisini oluşturuyordu.

Bu kalabalığın ortasında, insanların içlerindeki enerjiyi, coşkuyu ve belki de biraz hüznü hissedebiliyordum. Onların kahkahalarında, şarkılarda, hatta suskun anlarda bile, bir hikâye vardı. Ve bu hikâyeler, gece boyunca Sakarya Caddesi’nde yankılanıp duruyordu.

Her bir barın girişinde, çeşitli yaş ve sosyal gruplardan insanlar toplanmıştı. İçlerine daldıkları içkilerle, hayatın türlü dertlerinden kaçış yolu bulmuş gibiydiler. Kimi sessizce bir köşede oturmuş, belki bir kitabın sayfalarını karıştırıyor, belki de zihninde, kendi hikâyesini yazıyordu. Kimi ise dostlarıyla birlikte gürültülü bir sohbete dalıp, gecenin enerjisine karışıyordu. Her biri kendi hikâyesini yaşıyordu. Tüm bu hikâyeler bir araya gelince, Sakarya Caddesi’nde tek bir senfoniye dönüşüyordu.

Bazıları umut dolu gözlerle geleceğe bakarken, bazıları hayal kırıklığına uğramış, ama hala bir umut parçasını koruyor gibi görünüyordu. Kendi düşüncelerine dalmış, başkalarıyla iletişim kurma ihtiyacı hissetmeden kendi dünyalarına gömülmüş olanlar vardı. Hepsinin yüzünde ve davranışlarında, içkilerin ötesinde bir şey vardı. Belki bir hüzün, belki bir coşku, belki de bir direniş…

Caddenin her iki tarafında yürürken, bu insanların iç dünyalarına tanık olmak gibi bir hissiyat oluşuyordu içimde. Her biri kendi hayatının kahramanı ve ben onların hikâyelerine, bir yazar gibi, bir gözlemci olarak tanık oluyordum. Tüm bu farklı duygular ve yaşamlar, caddenin kalabalığını oluşturuyor ve Sakarya Caddesi’ni bir hayat mozaiği haline getiriyordu. Bir yandan, bu çeşitliliğin güzelliğine hayran kalırken, diğer yandan da her bir bireyin yüzünde gördüğüm hüzün ve coşkunun karmaşıklığı dikkatimi çekiyordu.

Bir noktada, kendimi bu kalabalığın, coşkunun, kahkahanın ve hüznün ortasında, tüm bu deneyimleri ve duyguları birleştiren ve taşıyan bir tür köprü gibi hissettim. Bu köprü, bir yandan tarihin sessiz şahidi olan bu eski binalardan, diğer yandan da barların içinden dışarıya taşan canlılık ve hareketliliğe uzanıyordu.

Kendimden çok, her bir insanın hikâyesine dikkat çekmeye çalışıyordum. Her bir gülüşte, her bir gözyaşında, her bir suskun anında yeni bir hikâye, yeni bir yaşam fısıldanıyordu kulağıma. Ve ben, bu hikâyeleri topluyor, algılıyor ve kendi yaşam öyküme entegre etmeye çalışıyordum.

Sanki her bir hikâyede, kendime bir parça daha ekliyordum. Bu parçalar, benim hayatımın da Sakarya Caddesi’nin karmaşık ve renkli atmosferinin de bir parçası haline geliyordu. Her bir parçayı inceleyerek hem kendimi hem de etrafımda bulunan bu çeşitli insanları, daha iyi anlamaya çalışıyordum. Bu köprüde durarak, etrafımdaki dünyayı kendi perspektifimden görmeye, yaşamayı ve anlamayı deniyordum.

Bir yandan da kafam, arkada bıraktığım adamın kelimeleriyle yoğunlaşmıştı. Onun söyledikleri, düşüncelerimi sarhoş eden bir melodi gibi aklımda yankılanıyordu. Beklenmeyen bir anda, tamamen rastgele ve beklenmedik bir konuşmanın tanığı olmuştum. Birçok kişinin, zaman zaman bu tür durumlara rastlaması sıradan olabilirdi. Ancak benim için, bugünün etkisiyle unutulmaz bir deneyimdi. Çünkü yaşadığım bu olay, hayatın rutin akışına dair bildiklerimi altüst ediyordu.

Adamın konuşmasının olduğu anı düşünüyordum. Hayatın tam merkezinde, bir tiyatronun ortasına atılmış gibiydi. Tek bir oyuncunun sahne aldığı, ama her şeyin ötesinde, sahnenin kendi başına bir performans sergilediği tiyatro sahnesiydi. Bu sahne, hayatın kendisiydi ve hayat, herkesin bir oyuncu olduğu büyük bir tiyatro sahnesiydi. Ama bu sahnede, tek bir oyuncunun sesi, tüm diğer sesleri bastırıyordu.

Sahnedeki dekorlar, oyuncular ve izleyiciler, bu tek kişilik gösterinin tüm unsurlarıyla tamamen gerçekti. Sokaktaki diğer insanlar, onların geçmişteki yürüyüşleri, sesleri ve yüzleri, bu gösterinin zengin dokusunu oluşturuyordu. Ancak en çarpıcı olanı, konuşan adamın sözleriydi. Çünkü onun sözleri sadece kendi hikayesini anlatmıyor, aynı zamanda bizim hikâyemizi, insanlık hikayemizi de anlatıyordu.

Bu sahne, anlık bir deneyim olmasına rağmen, düşüncelerimi harekete geçirme ve farkındalığımı genişletme gücüne sahipti. Gündelik hayatın gürültüsünde, sessiz bir nota gibi, tınısı, zaman ve mekândan bağımsızdı. Ortaya çıkan soru, bilgisizlikle nasıl başa çıktığımız ve bunun bizim kimliğimizi ve dünyayı nasıl anladığımızı şekillendirme biçimiydi.

Bilgisizliklerimiz ve hatalarımız, kim olduğumuzun ve neyi bildiğimizin kabul edildiği alanların ötesine geçmeyi gerektiriyordu. Onlarla yüzleşmek, kabul etmek ve onları sorgulamak için ne kadar cesur olabiliyorduk? Bilgiye olan bu dürüst yaklaşım, kendi kendimizle olan dürüst diyaloğumuzu da gerektirirdi.

Bilmediğimiz, anlamadığımız veya göz ardı ettiğimiz her şey, kendi karanlık gölgemizdi. Bu gölge, bilgiye olan ışığımızın engelini oluşturuyordu.  Ama ondan saklanmak yerine, onu anlamak ve yüzleşmek zorundaydık. Ancak gölgemizden kaçmak, bir çeşit güvenlik hissi sağlarken, yüzleşmek, acı verici ve rahatsız edici olabilirdi.

Bilgisizliklerimizle nasıl yüzleştiğimiz ne kadar başarılı ne kadar dürüst ve ne kadar cesur olduğumuzun bir yansımasıydı. Bu, sadece bireysel kimliğimizi belirleyen bir faktör değil, aynı zamanda başkalarıyla ve dünyayla nasıl bir ilişki kurduğumuzu da etkiliyordu. Bilgisizliğimizle ve yanılgılarımızla yüzleşme yeteneğimiz, aslında kendimizi ne kadar iyi tanıdığımızın ve dünyayı ne kadar derinlemesine anlayabildiğimizin bir göstergesiydi.

Dahası, Sokrates’in hikayesi, bilgi ve anlayışa olan durmaksızın arayışın gücünü gözler önüne seriyordu. Bu arayış, sadece kendimizi, kendi doğamızı ve dünyayı daha iyi anlamamıza yardımcı olmakla kalmıyor, aynı zamanda her birimizin içinde yatan potansiyeli de ortaya çıkarıyordu. Bu sürekli arayış ve öğrenme, bizi kendi sınırlarımızı zorlamaya, daha bilinçli ve bilgi dolu bireyler olmaya, nihayetinde dünyayı daha geniş bir bakış açısıyla görmeye teşvik ediyordu.

Aslında Sokrates’in bilgiye olan bitmeyen arzusu, onun nasıl bir birey olduğunu ve onun değerlerini temsil ediyordu. Bu da bize, bilginin sadece başkalarını anlamak ve dünyayı yorumlamak için değil, aynı zamanda kendimizi de tanımak ve geliştirmek için bir araç olduğunu hatırlatıyordu. Bu şekilde, Sokrates’in hayatı ve öğretileri, aslında kendi bilgisizliklerimizle yüzleşmek ve kendimizi geliştirmek için bir yol gösteren bir kılavuzdu.

Düşüncelerin derinliklerinde geçirdiğim bu süre zarfında, zamanın hızla geçtiğini ve geç saatlere doğru ilerlediğini fark ettim. Gökyüzü koyulaştıkça, gecenin özgünlüğü ve sakinliği, içimde daha fazla keşfetme ve kendimi dış dünyanın sessizliğine bırakma arzusu uyandırdı. Bu düşünce akışı içinde, çevremdeki hareketliliği ve karmaşayı bir süreliğine bırakarak, daha sessiz ve daha az hareketli olan Sıhhiye’ye doğru adımlarımı yöneltmeye karar verdim. Belki de devam edip Ulus’a yürüyecektim.

Yıldızların gökyüzünde parladığı bu gece, düşüncelerime ve iç sesime daha fazla odaklanma fırsatı sunuyordu. Kızılay’ın neşeli gürültüsünden Sıhhiye’nin dingin atmosferine doğru geçiş yaparken, daha fazla farkındalık ve iç gözlem imkânı bulmuştum. Bu yolculuk, kendi iç dünyamı ve çevremdeki dünyayı daha yakından tanımanın ve anlamanın bir yolu oluyordu. Her adımda, sanki hem kendimi hem de çevremi daha derin bir şekilde keşfetmeye devam ediyordum.

Gürültü ve hareketlilik azalırken, sessizlik her geçen dakika daha da belirginleşmeye başlamıştı. Kızılay’ın kalabalığını ve hareketliliğini, boş yollara ve sessizliğe bırakmıştım. Arada bir geçen arabaların sesleri, müşteri bekleyen taksilerin motorları ve kendi adımlarımın yankısı, bu sessizliği dikkat çekici bir şekilde bozuyordu. Bunlar da yürüyüşümün ritmini ve sükunetimi daha fazla belirginleştiriyordu.

Yorum Yap

Bu web sitesi, deneyiminizi iyileştirmek için tanımlama bilgilerini kullanır. Bu konuda sorun yaşamadığınızı varsayacağız, ancak isterseniz devre dışı bırakabilirsiniz. Kabul Et Devamını Oku

Gizlilik ve Çerez Politikası