İmgedeydi düşlerim,
Yarı hayal yarı gerçekti sanki.
Ben yine özlediğim zamanda,
Babaannem ve dedem en güzel çağlarında.
Genç ve dinamik ikisi de.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyoruz,
Mavi panjurlu odada.
Horoz sesiyle, ezan sesi,
Art arda duyuluyor…
Dedem telaşla fırlıyor!
Demir somyalı karyoladan.
Salavat çevirip
“Geç kaldık hanım geç kaldık!”
Şaşkınlıkla gözlerini ovuşturup tülbentini arayan babaannem,
“Neye geç kaldın be adam henüz okunuyor ezan.”
Ben yarı uykulu gözlerle yorganın altından onların abdestlerini alıp hûşû ile namaza durmalarını seyrediyorum…
Çocuksu mutlulukla.
Sonra, odadaki saç sobaya çam odunlarını doldurur doldurmaz,
Nar gibi yanan sobadan gelen çıtırtılı sesler..
Dedemin elleriyle hazırladığı mükellef kahvaltı sofrasının seyrine dalıyorum,
Uyku mahmurluğuyla.
Dedem beni kucaklayarak,
İki öpücük konduruyor yanağıma;
”Tonoşum kalk hele! deden kurban olsun kahvaltı yapalım. ” demesi.
İlk torun olmanın gururu ve az da şımarıklığı ile ” yine sulu öptün dedem, sakalların da battı ” diyerek sımsıkı boğazına sarılmanın verdiği güven duygusu…
Çıtır çıtır yanan sobada dedemin harmanlandığı kekik karışımlı çayın kokusu, buram buram mest ediyor…
Kendi peteklerinden sağdığı çinko tastaki balın içerisinde sapsarı tereyağının görünümü iştah kabartıyor…
Babaannemin sobanın üzerinde ısıttığı ekmeğin kokusu ile henüz sağıp kaynattığı buğulu sütün kokusu odanın içerisine yayılıyor…
Yaylada yaptığı yağlı tulum peyniri ve kırmızı tavukların yumurtaları da sofrada yerini alıyor.
Bostandan tere ve marulları da getirdiğinde, Oturuyoruz üçümüz de o mükellef kahvaltı sofrasına.
Sonra ev halkının sesleri avluda birbirine karışıyor…
Dedem, babaannem ve ben,
Mavi panjurlu yukarı ki odada,
Şen kahkahalarla nirvanada…
Eşim sesleniyor az sonra
”Hayatım, uyan, ezan okunuyor”
İmge mi, rüya mıydı?
Gördüklerim…
Uyanmasaydım keşke..