Bu dört duvarın içine ne zaman konduğunu hatırlamıyor olmak isterdi. Ama hatırlıyordu hatta biliyordu. Çünkü kullanabileceği tek şey olan tuvalet maşrapasının ucunu duvara sürterek her günü çiziyordu. Tek zorluk bazen gün geçişlerini atlama riskiydi. O zaman eksik kalmış olurdu. Ama haber verirlerdi herhalde. Şu ana kadar bin altı yüz yirmi sekiz çentik atmıştı. Yani dört yıl ve yüz altmış sekiz gün.
Zaten bu lanet ülkeye de ondan birkaç ay önce umutla yeni bir başlangıç için gelmişti. Bir türlü insan yerine konmadığı, yok sayıldığı, hor görüldüğü öz vatanında didinip, savaşıp kaybetmekten yorgun ve bitap vaziyette kaçarcasına gitmişti gurbet ellere. Hikayesi eğitimsiz insanların göç hikayelerine benzese de farklıydı. O bir öğretmendi üstelik müzik öğretmeni. İşi minicik çocuklara notaları, dünyanın en güzel, en anlamlı harflerini öğretmekti.
Atanamamıştı. Yer bulamamıştı koskoca ülkede kendine. Sonra bir tekstil atölyesinde çalışmaya başlamış, orada da kökeni sorun olmuştu. Onun arkasından konuşan herkesi duyar ama cevap vermezdi. Anlatmanın ne kadar gereksiz olduğunu öğrenmeye çocukluğunda başlamıştı. İlkokul ve ortaokul çıraklık, lise kalfalık ve üniversitedeki dışlanma ustalık dönemi olmuştu. En sonunda kendini anlatmaktan vazgeçti. Anladı ki doğduğu yerde doyamayacaktı.
Bir umut ve pek çok hayalle geldiği bu ülke de ona uğurlu gelmedi. Kanunsuz iş başı yaptığı bir hemşerisinin firmasında kullandığı aracın freni tutmayınca bir kazaya sebep oldu. Sonrasındaki olaylar çok hızlı gelişti. Bir an bile kontrolü eline alamadığı dakikalar hayatını kararttı. Göçmenliğin verdiği korku ve kazanın paniği ile kaçmaya çalışmış, bir günlük arayışın sonunda bir garajın arkasında yakalanmış ve polislere direnirken birinin burnunu kırmıştı. Hepsi üst üste geldiğinde cezası katlanmış bir de dava sürerken çarptığı kişinin ölmesiyle tüm dünyanın çivisi yerinden çıkmıştı. Umutları, kurmaya çalıştığı yeni hayatı iri tuğlalar halinde üstüne yıkılmıştı. Biraz dursaydı, nefes alsaydı, sakin kalmayı akıl edebilseydi. Hayatı keşkelerden geçilmiyordu.
C Blok – 44 numaralı odada sadece bir delik vardı ve oldukça yüksekteydi o kadar yüksek ki zaten dar olan odada yattığı yere güneş ışığı hiç düşmezdi. Kirlenmiş camın arkasından gelen ve havada asılı kalan güneş ışıkları onu asla ısıtmamıştı. O deliğe pencere demek bile iltifat olurdu. Çevresinde hiçbir şey güzelleme hak etmiyordu. Kırk santime kırk santim ebatlarında ortasında belki 10 milim çapında iki adet çubuk olan bir delik. Oradan çıkamazdı. Kuşlar bile gelmeye tenezzül etmiyorlardı.
Her gün otuz dakika bahçe yürüyüş izini vardı. Uzman psikoloğun kendine ve çevresine zarar verebilir yönündeki raporundan dolayı ellerini ve ayaklarını bu yürüyüş esnasında bir zincirle birbirlerine bağlar ve çok kısa adım atabileceği bir boşluk bırakırlardı. Artık zincirler olmasa bile uzun adım atamayacağını hissediyordu. Sırf bu yüzden kapalı tutulduğu karanlıkta kapıyla duvar arasında sadece iki uzun adımlık yürüyüşler yapardı. Hışımla sanki çok uzun bir yürüyüşe başlayacakmış gibi güçlü bir adım atar, arkadaki ayağını öndekinin yanına çeker ve tekrar adımlardı. Sonra duvar vardı. Olduğu yerde döner yine yapardı aynı şeyi. Aynı gün içinde binlerce kez. Sürekli, hırsla, kendine vurur gibi. Ta ki kalçasına giren ağrı onu ağlatana kadar. O zaman sert döşeğe oturup ağlar, inler, parmaklarıyla kafasını sıkıştırırdı. Bazı günler bacaklarını morartana kadar yumruklar, sonra ayağa kalkar ve pencereye daha doğrusu deliğe bakardı. Belki bir yıldız kayar, bir kuş geçerdi. Ama o görmezdi. Bilirdi bir yerlerde yıldız kaydığını, kuşların kanat çırptığını ama o göremezdi.
Odasında bir ranza, bir klozet, duvara gömülmüş lavabo ve tuvalet kâğıdı askısı vardı. Yine duvara gömme olan ve dolap görevi gören rafta bir takım yedek tulum duruyordu. Keten, plastik tabanlı ayakkabılarını yatağın altına itiyordu.
Bildiği renklerin sayısı azalmıştı. Gri vardı pek çok tonuyla, lacivert, beyaz bir de kahverengi. Yemeklerin çoğu aşırı kaynatılmış veya yanmış olduğu için kahvenin farklı tonlarına bürünüyorlardı. Kırmızıyı dış yürüyüşlerde dalgalanan bayrakta, pembeyi bıraksalar kendisini paramparça edecek köpeğin dilinde görüyordu. Maviyi göremiyordu mesela. Aslında mavi olması gereken gökyüzü sanki kamufle olmuştu. Mavi dışında bir renkti. Ama mavi değildi, buna emindi. Yeşili zaten unutmuştu. Müzik sesi ise artık çok uzaktaydı. Hayal bile edemiyordu.
Kalan aklını kaybetmemek için sürekli dört işlem yapıyordu. Yemekhanede kaç masa olduğunu biliyordu, saymıştı. Hiçbir zaman hepsinin dolu olmadığı altmış masa, her masada sekiz koltuk. Herkesin oturduğunu düşünüyordu. Bu da dokuz yüz altmış ayak, dokuz bin altı yüz parmak yapıyordu. Ayrıca adam başı birer plastik kaşık ve çatal ve karton bardak. Işıklar açıkken hücresinin duvarlarına her gün başka bir metraj veriyor ve yeni hacimler çıkartıyordu.
Buradan çok sıkılmıştı. Hapishane hiçbir zaman tam dolmamış, odasını hiç başkasıyla paylaşmak zorunda kalmamıştı. Bu bile onu üzüyordu. Başka bir oda hatta hücre için her şeyi yapabilirdi. Ama ona bile izin vermiyorlardı. Bir hücre cezası oldukça iyi olabilirdi aslında. Daimî karanlık. Hiç güneş ışığı olmaması, hep aynı yemekleri yemek ve yenisi için yeniden umut etmek. Hücreden, büyük cezadan çıkacağı, kurtulacağı günün ümidi. Şu anda umut edemiyordu. Her şey o kadar normalleşmişti ki. Buradaki bir döşeğe dönüşmüştü. Karton bardaklar daha fazla değişim gösteriyordu.
Daha çok vardı çıkmasına. Onların deyimiyle özgürlüğünü kazanmasına. Bir daha asla özgür olmayacağını bilmiyorlar mıydı? Bazen düşünüyordu. Cezalar nasıl veriliyordu? Cezanın amacı neydi? Suç işleyen bireyin yaptığı kabahatten dolayı pişman olması ve bir daha yapmayacak kadar terbiye edilmesi mi? O zaman her bireyde farklılık gösterirdi. Bir katil belki üç sene de pişman olurdu, belki üç gün, belki hiç olmazdı. Bir hırsız belki hemen pişman olurdu. Bir tecavüzcü belki hiç pişman olmazdı, çıkar çıkmaz yine yapmaya çalışırdı. Bunun ölçüsü neydi?
Biliyordu ki cezanın amacı aslında intikam almak, kamu vicdanı denen somut dayanağı olmayan şeyi rahatlatmaktı. Onlar dışarıda rahatlasınlar diye suçlular içeride belki kaldırabilecekleri sürenin ve yükün çok üstünde kapalı tutuluyorlardı. Ve bir daha hiç kurtulamayacakları bir dönüşüm geçiriyorlardı. Sonra ‘’Özgürsün,’’ diyerek tamamen yabancı oldukları ve yalnız kalacakları daha büyük bir karanlığa salınıyorlardı. Artık uzun adım atmayı bile unutmuş olarak.
1 Yorum
Eline emeğine yüreğine kalemine sağlık.Her öykünüz bir diğerinden daha etkileyici daha sürükleyici…Yeni hikayenizi sabırsızlıkla bekliyoruz ♥️