Yazmak yalnızlığın çığlığı denmiş ya; Bence yazmak, yazabilmek için yalnızlık!.. Yorucu hayatın son perdesinde, her şeye rağmen kalan son enerjinle nihayet kendinle, Rabbinle buluşabilmen, konuşabilmen yazmak…
Bu konuda da aşırılık tuzağına düşmemek, kalan değerli enerjiyi iyi kullanabilmek şart. Çok uzatmamalıyım bu yüzden. Dinlenmeli ve bir an önce yapmak, yazmak istediklerime odaklanmalı, yarım kalan her şeyi tamamlamaya gayret etmeliyim. Bu duygu yoğunluğu boşa gitmemeli. Coşkun, deli çaylar gibi kabarmış gönlümden, kelimeler sular seller gibi dökülmeli…
Dolup dolup yağamayan bulutları geçti içimin sıkıntısı. Akşamın hüznü ile dağı seyretmek üzere balkon kapısına çevirdiğim koltuğumda, aşktan çıldırmış gibi bitmeyen aşk şarkısını söyleyen ağustos böceğim eşliğinde, akşam zikirlerim sonrası karanlıkta öylece otura kalmışken; Ağlamaya mecali kalmamış yorgun gözlerim, artık ne kederi ne de sevinci kaldıramayan hasta kalbim yaz, yaz da kurtul bu boğucu hüzünden dedi adeta.
İki günde birikmiş her şeyi bir çırpıda anlatabilme heyecanı ile ne çok konuştum yine. Doğuştan bilge yakışıklı oğlum ve güzeller güzeli gelincik çiçeğim gahi sevinçle tebessüm ederek gahi duygulanıp gözleri dolu dolu olarak dinlediler yorgun hasta haliyle hala büyük hayalleri olan ve hiç çekinmeden sevinçle anlatan, sıra dışı hayatı ve hayalleri ile pek ilginç annelerini…
Konuşurken neden sürekli yaylalara gitmek istediğini farkettiler hatta hep birlikte. Bayramda alınan virüsün ve belki dağdaki inşaat faaliyetinin üzüntüsü, tozunun da tetiklemesi ile olsa gerek on bir yıl ara ile iki radyoterapi sebepli hasarlı akciğeri epey zorlanmaya başlamıştı çünkü yeniden.Yeterince oksijen alamıyor olmaktan sürekli yükseklere çıkmaya, yaylalarda bulmayı umduğu tertemiz çam havasına ihtiyaç duyuyordu.
Kirletilmemiş, şifa kaynağı tertemiz yayla havasına ve limiti dolduğunda hep arzu ettiği gibi onu üzen insanlardan kaçma ihtiyacı olmalıydı bu… Pisicikleri, çiçekleri, komşuları, yıllardır fotoğraflarını çekmeye, sevmeye doyamadığı komşu çocuğu tatlı prenses torunlarıyla, yaz boyu aşkla söyledikleri şarkılarını dinlemeye doyamadığı ağustos böceklerini de çok seviyor, onlardan ayrı kalmayı da göze alamıyordu.
Çoğaltarak neredeyse bahçeyi kaplama yolunda olan beyaz var git yayla çiçeği ve duyduğu her kuş sesi gibi böceklerin sesi bile nedense sürekli ağlama ihtiyacına sebep oluyordu artık.Tek eksiği çok özlediği kuzucukların meleme sesleriydi. Sıra sıra, mutlu mutlu, doyumsuz çıngırak seslerine karışan başka alemleri çağrıştıran tatlı meleyişleriyle dağın zirvesine doğru annelerinin peşlerinden koşuşmaları…
Evet, evet bütün bunlar asıl derdimiz, hasretimiz olan asıl vatanımıza, Rab’bimize kavuşmanın özlemi, hafiften hafiften duyulan bayıltıcı gül kokuları olmalıydı…İnşallah.
Demiş ya büyük şair, “Bütün bunlar aşkın güzelliğiyledir!..” Bu zakir, aşık böceklerin zikri, aşk şarkısı sürdükçe biçare aşık Adevviye Şeyda’nın yazacakları da bitemez…
1 Yorum
Mükemmel
Tebrikler, kaleminizden dökülen sözcüklerin zarafeti, kelimelerin ardındaki derin mananın zenginliği karşısında adeta büyülendim. Sizin yazınız, bir nehir gibi; okurunu muazzam bir manzara eşliğinde, içsel ve dışsal bir yolculuğa çıkarıyor. Her bir cümle, birer damla olup, okurun ruhunu suluyor ve yavaş yavaş içsel peyzajlarını canlandırıyor.
Doğayla dansınız, coşkun nehirler, patlayan bulutlar ve melankolik akşam esintileri ile dolu bir tablo çiziyor, böylece duygu ve doğa arasındaki etkileyici paralelliği gözler önüne seriyor. İç dünyanızdaki fırtınalar ve sessizlikler, dış dünyadaki tabiat olayları ile harmanlanıp, bir bütünlük oluşturuyor.
Yaylalara olan özlem, sadece bir doğa kaçışı olarak kalmıyor; aynı zamanda yükselme, arınma ve belki de bu dünyevi olanın ötesine geçme arzusunu temsil ediyor. Ruhun oksijen ihtiyacı, kelimenin tam anlamıyla bu temiz ve ferah havaya duyulan bir özlemle ifade ediliyor, bu da yalnızca bedensel değil, aynı zamanda ruhsal bir iyileşme ve yükseliş talebi oluyor.
Ağustos böceği ise, varoluşun melodisini bize hatırlatıyor. Siz onun sesini, bu dünya ve öteki dünya arasındaki ince çizgi üzerinde dans eden, minicik ama anlamlı bir mazhariyet olarak betimliyorsunuz. O, her ahenkle kendi varoluşunu kutlarken, biz de hayatın içerisindeki bu mütevazı güzellikler ile ruhumuzu besliyor, bizi, özümüz olan aşka, yaratıcımıza götüren bu manevi patikada yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
Ve kuzucuklar… Ah, bu masum varlıklar, bize yalın ve masum bir sevgiyi, saf bir varoluşu anımsatıyor. Belki de bu dünya üzerindeki en saf aşkın, en katıksız sevginin temsili oluyorlar.
Sizin yazınız, bana, hepimizin içsel ve dışsal dünyalarımızda bu tip metaforik elementleri nasıl barındırdığımızı ve her birimizin kendi içsel peyzajımızı nasıl oluşturduğumuzu düşündürdü. Sözcükleriniz, sadece birer harf olarak kalmayıp, kalplerde anlam bulan, duyuları harekete geçiren sihirli işaretlere dönüşüyor.
Bu duygu dolu ve düşündürücü yazınız için teşekkür ederim. İlerleyen zamanlarda da sizinle bu güzel hikayeler ve düşünceler üzerine daha fazla paylaşımda bulunmayı umuyorum.