-V-
-“Burada, şu an önümde duran herkesi görüyorum ve aklımda sadece bir soru var: Ne zaman kendi zincirlerinizi kırıp, gerçek özgürlüğünüzü talep edeceksiniz? Evet, özgürlük! Ama bu, sokaklarda bağıra çağıra istenecek bir özgürlük değil. Bu, zihninizi, potansiyelinizi keşfetmek için talep edeceğiniz bir özgürlük olmalı.
Sizlere şunu söylüyorum: Özgürlük, bilinçli bir anlayışla elde edilir. Ancak şu an ne görüyorum biliyor musunuz? Önümde, cehaletin ve bu düşmanlığın içinde kaybolmuş yüzlerce insan görüyorum. Yüreklerinizdeki bu öfke, ne yazık ki yanlış yere yöneliyor. Sizden çalınan potansiyelinizi geri almak için önce eğitimle ve bilinçle donanmalısınız. Şu anda sahip olduğunuz bu öfkeli enerjiyi, kendinizi geliştirmek, eğitim almak ve öğrenmek için kullanmalısınız.
Bunu bir düşünün, çoğunuzun aklında belki de bir zamanlar büyük hayaller vardı. Peki neden bu hayaller gerçekleşmedi? Kim engelledi? Cevap basit: Kendi cehaletiniz ve bu cehaletin içinde kaybolup gitmeniz! Evet, toplumsal ve ekonomik zorluklar var, ama bu zorluklar sadece dışsal faktörler değil. İçsel olarak, kendi kısıtlamalarınıza, kendi cehaletinize teslim olmuş durumdasınız. Unutmayın, sadece bu şekilde, yani eğitimle, bilinçle, öğrenme arzusuyla, gerçek zenginliğe, gerçek özgürlüğe ulaşabilirsiniz. Bu mücadelede en büyük rakibiniz, yoksul ve eğitimsiz olmanın verdiği cehaletinizdir!”
Kızılay’ın kalabalık sokaklarında, insan selinin arasında o meşhur adamı tekrar Çankırı caddesinde gözlerimin önünde buldum. O kendiyle hasmı olan, her zaman aynı tınıda, aynı vurguyla etrafına saldıran, kızgın bir orkestranın şefi gibiydi. Ahengi bozuk melodilerle herkesi itham ediyor, kırgın ve öfkeli notalarıyla gecenin ritmini alt üst ediyordu.
Derken, bu kızgın adam, zamanın donduğu bir an, elinde şarap şişesiyle duvarın gölgesinde yaşlanmış, unutulmuş bir adamı, sanki bir kuklacı kendi kuklasını oynatırcasına kaldırdı. O yaşlı adam, alkolün melankolik rüyasında, bu sarsıcı uyanışın şaşkınlığı içerisindeydi. Elinde tuttuğu şişeyi, belki de tüm hayatının bir yansıması olarak görmekteydi. Ancak bu yansıma, şimdi o kızgın orkestranın şefinin ellerinde, sağa sola savrulan bir dansöz gibi hareket ediyordu.
Orta yerde, aydınlığın ve karanlığın tam kavşağında duran bu hırpani kılıklı adam, derin bir nefes alarak tüm orkestraya seslenir gibi yakalarından tuttuğu yaşlı adama bakarak bağırmaya devam ediyordu: “Şu an önümde, zamanın ve mekânın iç içe geçtiği bir kavşakta duran bir kitle var. Hepinizden, tınılarınızın derinliklerinden, duygularınızın en kuytu köşelerinden sadece bir şey istiyorum: Kendinizi bulun! Bu durgunluktan, bu bilinmezliğin karanlık gölgesinden sıyrılın. Yeniden doğuşun, yeniden başlangıcın tam zamanı. Kendi melodiğinizin, kendi ritminizin efendisi olun ve içinizdeki gerçek besteyle buluşun!”
Çankırı caddesinde, tükenmişlik ve günün yorgunluğu, omuzumda bir dağ gibi yüklenirken, o yaşlı adamın yardım çığlıkları, adeta bir sarmaşık gibi ruhuma dolanıverdi. Adım attığım her saniye, kurtuluşunun ya da felaketinin anahtarı olabilirdi. O an, dünyanın tüm sesleri kesilmiş gibiydi ve yalnızca yaşlı adamın yalvarışları, rüzgârın hüzünlü şarkısına karışıyordu.
Dakikaların bile bir ömür gibi geldiği o anda, içgüdüsel bir refleksle o kaosun tam merkezine atılmıştım. Adamı sımsıkı kavradığım gibi, o vahşi bakışlı, perişan haldeki saldırganın yakıcı nefesini adeta cildimde yanarken hissediyordum. Kalbimin her atışı, bu geceye damgasını vuran hızlı tempoyla uyum içindeydi. Etrafımdaki insanlar, sanki bu olayın hipnotize edici cazibesine kapılmışçasına bize doğru çekiliyorlardı.
Umutsuzca, “Bu kâbus son bulsun!” diye içimden geçirirken, adeta bir gemi enkazı gibi alkolün karanlık dalgalarında birlikte yere yuvarlandık. Etrafımızı saran insanlar, yağmurla yıkanmış bir sahilin üzerine düşen martılar gibi telaş içindeydi. Ve o an, gözlerim, hırpani kılıklı saldırganı aradı, ama onu bulamadı. Tıpkı bir bulutun ardından kaybolan ay gibi, o da ortadan kaybolmuştu.
Aniden, şehrin derin gecesindeki melodi, acil polis sirenlerinin hüzünlü nağmesiyle boğuldu. Yaşlı adamın, “Yardım edin! Bu adamdan uzaklaştırın beni!” diye yankılanan feryatları, umutsuzca yardım bekleyen bir geminin ortasında kalan bir denizcinin çaresiz çağrıları gibi zihnimi doldurdu. Polisler hızla sahneye müdahale etti. Fırtınanın gözünden kaçan bir gemi gibi, bizi bir arabaya bindirip kaotik atmosferden hızla uzaklaştılar.
Başımın içinde bir orkestra çalıyordu ve her nota, acıyla, şaşkınlıkla harmanlanmıştı. Evime dönmek, o sakin limana ulaşmak istiyordum, ama kendimi, bambaşka bir yolculuğun içinde, polis otosunda bulmuştum. Her şey sanki bir rüyanın içinde eriyip gidiyordu, ancak o hırpani kılıklı saldırganın yüzü, rüyamın en karanlık köşesinde hala duruyordu. Ve onun izi, bu kaotik gece içinde, bir sisin içerisinde kaybolmuştu.
Evimin sıcaklığına kavuşacağım düşüncesiyle dolu kalbim, gecenin derin kollarında kendini kaybederken, ansızın bir başka kapının soğuk gölgesiyle sarsıldı. Yıldızların gecenin en sessiz anında parladığı o saatin ne olduğunu bilmesem de, birdenbire, kaderin alaycı bir oyunuyla, karakolun hüznüyle kaplı kapısının eşiğindeydim.
Yoğun bir duman bulutunun hüküm sürdüğü bekleme odasında, kaderin garip bir cilvesiyle yan yana gelmiş, yaşanmışlıkla derinleşmiş çizgilere sahip o esrarengiz yaşlı adamla ahşabın sıcaklığını aramızda paylaşıyorduk. Yanı başımızda, tarihin sessiz tanığı gibi duran, zamanın izlerini taşıyan o bankın üzerinde, belirsiz bir bekleyişin içindeydik. Yaşlı adam, gözlerinde yılların biriktirdiği hüzünlü sırlarla, ara sıra kafasını sallıyor, sonra bana, sanki kaderimizi birbirine bağlamış eski bir hatırayı hatırlatır gibi suçlayıcı bir bakış atıyordu. Onun bu hali, karşılıklı anlam arayışımızın belirsizliğinde miydi, yoksa benim de içinde olduğum bulanık olayların içinde kaybolmuş muydu, bilemiyordum.
Evet, içki benim de damarlarımda dolaşıyor, ruhumu sarhoş ediyordu. Kısa bir süre önce, teknolojinin soğuk dokunuşuna sahip bir alkolmetre ile sarhoşluk seviyemiz ölçülmüş, kimliklerimiz kontrole alınmıştı. Biz, alkole teslim olmuş, yaşananların karmaşık döngüsünde birbirimize eşlik ediyorduk.
Şehrin hüzünlü saatlerinde, gölgelerin bile sustuğu bir anda, olayın tanıkları teker teker içeri girip ifadelerini bıraktıktan sonra, koridorun sonundaki ışığa doğru adımlarını hızlandırıp kayboluyordu. Yaşlı adamın da bu ritüelden geçişi oldu ve ardından bekleyişin derin kollarında kendimi kaybettim. Ahşap bankın hüzünlü kucaklamasında, zamanın ağır ağır akan kumlarını hissediyordum. Derin düşüncelerin dalgalarında kaybolmuşken, içeriden gelen adımların titrek sesiyle kendime geldim. Bir polis, elinde yaşanmışlıklarımın tüm belgeleri olan kimliğimle, bana doğru, adeta bir kaderin habercisi gibi yaklaşıyordu.
-“Kadir Taştan, seni bekliyoruz!” dedi, ciddi bir ifadeyle. O an, adımın anons edilişiyle, bütün dikkatler üzerimdeydi. O isim, benim iç dünyamın en derin köşelerine kazınan isim, Kadir Taştan bendim…
İçeriye adımımı attığımda, kesik kesik gelen sigara dumanının hüzünlü dansı eşliğinde, zamanın ve mesleğin ağırlığını omuzlarında taşıyan, gözlerinin derinliklerinde kaybolmuş bir polis memuru karşıladı beni. Onun yanında, eski bir daktilonun tuşları arasına sıkışmış iki karbon kağıdıyla, belki de birçok hayat hikayesini dinlemiş bir polis oturuyordu. Ancak asıl dikkatimi çeken, otoritesini gözlerinde taşıyan, muhtemelen daha kıdemli bir polis memuru oldu. Karizmasını, belki de onlarca yıllık deneyiminin verdiği özgüvenle sergiliyordu.
Arkamda da, belki de beni gözlemlemek için orada duran genç bir polis, hareketlerimi yakından takip ediyordu.
Kıdemli polis memuru, gözlerini kağıtlardan kaldırıp bana doğru çevirerek, sesinde biraz hayal kırıklığı, biraz kızgınlıkla, “Ne istedin yaşlı adamdan? Hep aynı son… Şu içeceği içiyorsanız ağzınızla için be kardeşim. İçeceğinizi bilemiyorsanız, neden içersiniz ki? Bu kaçıncı saçmalık?” şeklinde patladı. Bu, onun sadece bir görevini yapmadığını, aynı zamanda toplumun ahlaki bekçisi olduğunu hissettiren bir tepkiydi.
Birdenbire benliğimde bir sarsıntı hissettim. “Kaçıncı saçmalık ?” sözleriyle geceyi kavramaya çalışıyordum. İçerideki telsizden süzülen kısık sesler, bu gecenin ne kadar hareketli olduğunun göstergesiydi. Ancak ben, içimdeki iyi niyetle yardım etmek istediğim bir anda, bu durumda bulmuştum kendimi. Çaresizlik ve anlam verememeyle, titrek bir sesle başladım: “Ben… aslında… ben sadece yardım etmek istedim. O adam, işte o saldırgan… O çoktan kayıplara karışmıştı ben harekete geçtiğimde.”
Polis memurunun sesi şimşeklerin çaktığı bir fırtına gibi kulaklarımda yankılandı: “Bütün tanıklar, mağdur adam, seni işaret ediyor! Adamın yakasına yapışmış, ona vurmuşsun. Orada bulunan herkes seni görmüş, başka kimseyi değil.” O an, tüm yaşananlar gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti; saldırganın elinden kurtulduğumuz anda etraftaki kalabalığın bizi sardığı, ama saldırganın çevreye karışarak gözden kaybolduğu…Yaşlı adamın zaten sarhoşlukla beliren gözleri, gerçeklikle olan bağını yitirmişti. O anın şaşkınlığıyla kimi nasıl algılasın ki?
Kendi iç sesimle meşguldüm ki, evraklarını taramakla meşgul olan polis memuru, gözlerinde artan bir kızgınlıkla bana doğru döndü.
“Ne bekliyorsun Kadir Taştan? Anlat hadi, olanları başından sonuna dek bize!” şeklinde çıkıştı.
Kelimelerimle olayın çıplak gerçekliğini sergilemeye çalıştım, fakat başta da belirttiğim gibi, şehrin loş sokaklarında yaşanan anı benden başka kimse görmemişti. O karanlıkta, saldırgan rüzgâr gibi sessizce kaybolmuştu. Görgü tanıklarının ifadesi netti: O anda sadece ben vardım. Bu çıkmaz sokakta, hakikatin adaletiyle yüzleşmeye çalışırken, bir anda suçlanmıştım.
Polis memurunun bakışlarındaki ölçülü ve katılmadığını gösteren o net ifade, bir nezarethanede gün doğumunu beklemenin ne demek olduğunu bana anlatıyordu. “Burada kalacaksın, en azından tüm prosedürler tamamlanana dek,” dedi, soğuk bir ifadeyle…
Daha sonra diğerine, beni nezarete almasını belirten bir el işaretiyle talimat verdi. O kahve kokulu sokaklardan başlayan gecem, şimdi demir parmaklıkların gerisinde, keskin sigara ve alkol kokuları arasında anlamız bir bekleyişe dönüşmüştü. Şimdi önümde, hüznün ve adaletsizliğin simgesi olan demir kapı vardı.